Ne yazık ki, her türlü risk ve tehditlerle kuşatılmış olduğumuz bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Kimi görüşlere bakılırsa, yavaş çekim bir “üçüncü dünya savaşının” içinde bulunuyoruz. Bu yöndeki tespitlerin haklı olması durumda, insanlığın bizzat kendi iradesiyle, kendi sonunu hazırlamış olduğu şeklinde bir sonuç olacaktır.
Olası sonuçları itibarıyla bu son derece önemli ve yaşamsal tehdit bir yana, bu yazımızda biri gökyüzü diğeri yeraltından kaynaklı iki tehdidi ele alacağız. Küresel Isınma kaynaklı İklim Değişikliği olgusunu gökyüzü kökenli bir tehdit olarak tanımlıyoruz. Buna ilişkin görüşlerimize bir sonraki köşe yazımızda yer vereceğiz.
Bu yazımızda ele alacağımız, yeraltı kaynaklı yaşamsal tehdidi, kısaca deprem riski olarak ifade ediyoruz. Ülkemizin yer aldığı bölgede yaşayan insanların, tektonik riskler nedeniyle, çok ciddi maddi yıkım ve can kaybı tehlikesiyle yüz yüze bulunduğu, asırlardır bilinen bir gerçektir.
Gelecekte, her an meydana gelebilecek, zamanı ve şiddeti bilinemez ancak günün birinde olacağı kesin “ İstanbul Depremi” Türkiye için en büyük beka sorunu olma niteliğindedir. Evet, beklenen İstanbul Depremi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti için, ne yazık ki bir varoluş sorunudur.
Varımız yoğumuz, günün birinde yıkıcı bir depremin meydana geleceği, yerel ve merkezi karar vericilerce gayet iyi bilindiği halde, Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerinde inşa edildi. Ucuz rant hesaplarıyla, nüfusun özellikle İstanbul olmak üzere fay hattı üzerinde yoğunlaşmasına göz yumuldu ve hatta bölgedeki nüfus artışı uygulanan politikalar vasıtasıyla teşvik edildi. Bu durum, adeta kolektif bir intihar eğilimine işaret ediyor!
Kaçınılmaz olarak meydana gelecek depremin Richter 8,0 şiddetinde olacağı ihtimal dahilindedir. Bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda Türkiye, cumhuriyetin neredeyse bütün birikimlerini kaybederek, belki de yüz yıl geriye, cumhuriyetin kuruluş yılları öncesine dönecektir. İstanbul’un, durduk yere kendiliğinden yıkılan binalarla dolu olduğu görülüyor. Olasıdır ki, İstanbul’un enkazını kaldırmak dahi yıllarca sürebilir (!)
Söz konusu deprem, sadece büyük maddi ve can kayıplarının da ötesinde T.C. Devleti için çok ciddi bir güvenlik sorunu olarak, devletin bütünlüğü ve devamı yönünde bir tehdit de içeriyor! Yaşanacak büyük çaplı yıkımın ardından, Türkiye; İstanbul Boğazı, karasuları, kıta sahanlıkları ve hatta karadaki sınırlarını da kapsayan egemenlik haklarını korumakta zorlanabilir.
Oysa bir planlama çerçevesinde alınacak önlemler vasıtasıyla, gelecekte her an gerçekleşmesi kesin olan İstanbul Depreminin yıkıcı etkileri en aza indirilebilirdi. Hayati öneme sahip stratejik yatırımlar deprem bölgesinin dışına, göreli olarak daha güvenli alanlara taşınırken, Marmara Denizi çevresindeki nüfus artışının da pekâlâ önü alınabilirdi. Gel gör ki, plansız gelişim ve ucuz rant hesaplarına kurban edilen İstanbul’un, günümüzde ucube bir “mega-köye” dönüştüğüne üzüntüyle şahit oluyoruz. Geçtiğimiz yıllarda, hiç değilse ne yapılabilirdi?
Tartışmaya ve çürütülmeye açık bir fikir olarak, İstanbul’un yaşamsal işlevleri, örneğin Marmara Denizinin güney sahilinde inşa edilecek yapay bir kente taşınabilirdi. Böyle bir projeye günümüzde de girişilmemesi için bir neden bulunmuyor. Yeraltı kaynaklı tehditler bölümünü bir soru ile tamamlayalım: İktidar ya da muhalefet cephesinde yer alan bir siyasi partinin, bu konuda hazırlayıp kamuoyuna sunduğu bir projeden haberdar olanınız var mı?
İstanbul nüfusunun düşük deprem riski taşıyan, İstanbul Boğazının iki yakasındaki Karadeniz kıyılarına taşınabileceğine dair görüşler zaman-zaman dile getiriliyor. Böyle bir seçeneğin hayata geçirilmesi, seyreltilmesi mutlak surette gereken İstanbul nüfusunun daha da artması gibi olumsuz bir sonuca yol açacaktır.
İstanbul Depremi konusu, 1980’li yılların başında, ulusal basında üçüncü sayfada, tek sütunda yer alan bir haberle kamuoyuna mal olmasının üzerinden kırk yıl dolayında zaman geçti. Ancak, Kuzey Anadolu Fay Hattı üzerindeki depremler yüz yıllardır ciddi can ve mal kayıplarına yol açmaktadır. Uzmanların ortak görüşüne göre, İstanbul Depremi basında haberlere konu olduğu 80’li yıllarda dahi gecikmiş (!) bir depremdi.
O günlerden bugüne, yıkım ve can kayıplarının olası en az düzeye indirilmesi konusunda hemen hiçbir ilerlemenin sağlanamadığı, her büyük depremin ardından yapılan yasal düzenlemelerin ise suya yazılan yazı misali etkisiz kaldığına şahit olduk. İzaha muhtaç bir durum: Yerel ve merkezi yöneticilerin kayıtsızlığına eşlik eden kolektif bir duyarsızlık, bir umursamazlık…
Toplumumuzda, depreme tehdidine ilişkin yaygın vurdumduymazlığın sadece bir örneği olarak, 1967 yılından bu yana ardışık üç yıkımın yaşandığı Adapazarı’nda, kentsel alanda yoğunlaşma teklifinin belediye meclisinde, bütün siyasi partilerce geniş bir ittifakla kabul edildiğini büyük bir şaşkınlıkla, hep birlikte izledik.
17 Ağustos 1999 İzmit, 06 Şubat 2023 Hatay-Kahramanmaraş depremleri, güçlü uyarılar olarak, müstakbel İstanbul Depreminin yol açabileceği yıkımın boyutları hakkında ipuçları verdiler. Buna karşılık, beklenen ve olması mukadder deprem konusunda karar vericilerin son derece zayıf ve adeta umursamazlığa varan reflekslerini ibret ve hayretle izliyoruz.