Bundan önceki yazımızda; mevcut iklim krizi koşullarında bir kırsal kalkınma modeline de esas olabilecek fikir planı, ana hatlarıyla ortaya konulmuştu. Devamına aşağıdaki satırlarda yer verilecek olan Yeşil Kalkınmanın araç ve yöntemleri; salt bir tercih olmaktan öte, Türkiye gibi ve özellikle kalkınmakta olan ülkeler için de bir zorunluluğa dönüşmüş bulunuyor.
Başlangıcı, buhar makinasının icadı dolayısıyla yaklaşık 250 yıl öncesine tarihlenen Birinci Sanayi Devrimi'nden bu yana dünyamızın doğal kaynakları hoyratça, adeta yağma edilmiştir. İnsanlık tarihinin günümüze kadar uzanan bu son dönemini kömür-petrol-doğal gaz (Geleneksel Fosil Yakıtları – GFY) uygarlığı olarak tanımlamak her halde yanlış olmayacaktır.
İnsanlığın karşılaştığı en büyük varoluşsal tehdit olan iklim değişikliği olgusu; kendini doğanın efendisi yerine koyarak doğadan kopan insanoğlunun, GFY’yi hesapsızca tüketmesinden kaynaklanıyor. Günümüzün açık seçik gerçeği, mevcut yaşam tarzımızın bundan böyle sürdürülemeyecek olduğudur.
Dünyanın akciğeri Amazon havzasındaki yeşil örtünün uğradığı tahribat, Kanada ve Doğu Sibirya’da maden ve petrol sahaları pahasına ormanların ortadan kaldırılması, buzdolabı gazları nedeniyle delinen atmosfer, kirlenen denizler, yok olan mercan resifleri, insanoğlunun kazanç hırsı, açgözlülüğü ve doğayı hiçe saymasının sonuçlarından sadece bazılarıdır. 20. yüzyılın başından bu yana alanı belirgin olarak genişleyen çölleşme olgusu da bu tablonun bir parçasıdır. Bu görünüme tarım alanları aleyhine kontrolsüz olarak gelişen kentleri, çarpık kentleşme olgusunu da katmak gerekiyor. Giderek genişleyen devasa metropollerin yerel hava koşullarını olumsuz etkilediği de kanıtlanmış bir gerçektir.
Asıl etmen olan GFY’den, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarına (YEK) geçiş ivedi ve mutlak bir zorunluluk haline gelmiş bulunuyor. YEK, Yeşil Kalkınmanın ana bileşeni olma niteliğindedir. Ancak, hemen ve vurguyla belirtmek gerekiyor ki YEK’e geçiş süreci ve YEK’e dayalı yeni enerji paradigmasının, bütün dünya ölçeğinde olduğu gibi ülkemizde de bir planlama dâhilinde gerçekleşmesi gerekmektedir.
YEK’e geçiş sürecinde Türkiye’ye özgü koşullardan kaynaklı mevcut durum ve buradan şekillenecek yol haritasına değinmemiz isabetli olacaktır.
GFY’ye dış bağımlılık, bu durumdan kaynaklı enerji arz güvenliği ve kronikleşmiş ciddi cari açık, Türkiye’nin enerji görünümündeki ana figürü oluşturuyor. Türkiye; petrol ve doğal gaz ithalatçısı bir ülke olmasına karşın, kanıtlanmış 21 milyar ton linyit rezerviyle dünyada ilk sıralarda yer alıyor. Ne var ki mevcut kömür rezervlerimizin çok büyük bir bölümü, düşük kaliteli; kül, kükürt, rutubet oranı yüksek, ısıl değeri düşük linyit kaynaklarından oluşuyor. Mevcut bazı kömür çevrim santrallarında yakıt olarak, yüksek ısıl değere sahip kömürün de ithal edilmekte olduğunu bu arada notumuza ekliyoruz.
Diğer taraftan; gerek Avrupa Yeşil Mutabakatı, gerekse T.C. Devleti olarak, Mısır’ın Sharm El-Sheikh kentinde 2022 yılında düzenlenen COP27 (Birleşmiş Milletler tarafından her yıl düzenlenen iklim zirvesi toplantıları) etkinliği öncesinde BM Genel Sekreterliğine gönderilmiş bulunan “Ulusal Taahhüt” belgesi, Türkiye’nin elini kolunu bağlar niteliktedir. Şöyle ki:
Bundan böyle Türkiye, sera gazı salımlarını azami oranda azaltmak zorunluluğu ile yüz yüze bulunuyor. Bu bağlamdaki yükümlülük ve zorunluluklar bir yana, dahası da var; iklim değişikliği etkilerinin kısa erimde en şiddetli duyulacağı bölgelerin başında gelen Doğu Akdeniz Havzası'nda yer almakla Türkiye, yakın gelecekte beka sorununa dönüşecek bir tehditle karşı karşıyadır.
Dolayısıyla, Türkiye’deki merkezi ve yerel yönetimlerin, iklim değişikliği etkilerini gidermek üzere alacağı önlemler yaşamsal bir önem taşıyor. Yerli linyit yakıtlı enerji santrallerinde üretilen her kilowatt-saat elektrik enerjisi için atmosfere ortalama olarak 1,2 kg karbon dioksit salındığını biliyoruz. Doğalgaz çevrim santrallerinde ise bu miktar yarıya düşüyor. Yeşil ve sürdürülebilir bir kalkınma için yerli linyit kaynaklarımızdan nasıl yararlanabiliriz?
Teknik olarak olumlanabilir çözümlerden biri, linyitten akaryakıt üretilmesidir. Bu alanda, dünya ölçeğinde çok sayıda ve kanıtlanmış uygulamalar mevcuttur. Bu yolun seçilmesi sayesinde, petrol ithalatı azaltılarak, enerji arz güvenliği ve ithalattan kaynaklı cari açığın giderilmesi konusunda çok ciddi bir iyileşme sağlanabilir.
Ne var ki, böyle bir yolun izlenmesi halinde, yukarıda değinilen avantajlara karşın, karbondioksit salımında bir azalma meydana gelmeyecektir. Dolayısıyla, bu konu itibarıyla, linyitten akaryakıt üretimi uzun erimde sürdürülebilir bir tercih niteliği taşımıyor. Uzun erimdeki hedef, GFY’nın bütünüyle terk edilerek bunların yerini YEK’in almasıdır.
Diğer çözüm, mevcut linyit santrallerinin “gri hidrojen” üretimi yapmak üzere dönüştürülmesi ve bu santrallerde hidrojen üretimine geçilmesidir. Söz hidrojene gelmişken, Türkiye’nin bu alandaki biricik avantajlarından bahsetmekte gerekiyor. Hidrojenin, YEK yelpazesi içinde özel ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğu kanısındayız.
Bilindiği gibi ülkemiz, kanıtlanmış dünya bor rezervlerinin yüzde yetmişinden fazlasına sahiptir. Böyle olmakla, bor-hidrojen teknolojilerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması konusunda Türkiye; biricik bir avantaja sahip bulunuyor. Yeni nesil bor-hidrojen yakıt hücrelerinin geliştirilmesi, stratejik bir öneme sahiptir. Türkiye, mevcut teknolojileri ithal ederek bunların salt uygulayıcısı olmakla yetinmemelidir. Türkiye; YEK teknolojilerinin geliştirilmesi, bu alanda patent ve “know-how” sahibi olmayı da hedefleri arasına katmak zorundadır.
Biricik avantajlarını stratejik üstünlüklere dönüştürmek zorunda olan Türkiye’nin çok önemli bir avantajı da büyük bir hidrojen kaynağı olan Karadeniz’de deniz yetki alanları bağlamında, en geniş Münhasır Ekonomik Bölgeye sahip olmasıdır.
Yeşil Kalkınmanın en büyük itici güçlerinden biri olan hidrojen ve bir hidrojen kaynağı olarak Karadeniz bir sonraki yazımızın konusu olacaktır.