Günümüzün yakıcı gerçeği, küresel ısınmadan kaynaklı iklim değişikliği olgusudur. İklim değişikliğinin iklim krizine evrildiği ve varoluşsal bir tehdide dönüştüğü görülüyor. Yeryüzündeki ekosistemin bütünü, insanoğlunun varlığı da dahil olmak üzere, toptan yok oluş tehlikesi altındadır.
Birçok iklim bilimci, ekosistemin “Altıncı Büyük Çöküşün” eşiğinde bulunduğu uyarısını yapıyorlar. Süper volkanların patlaması, göktaşı çarpması vesaire gibi doğal etkenlerin neden olduğu ve milyonlarca yıl boyunca meydana gelen “kıyametlerden” farklı olarak, altıncı büyük çöküş, eğer gerçekleşirse, bizzat insanoğlunun edimlerinden kaynaklanacaktır.
Mevcut iklim krizi ile yüz yüze gelmiş olmamızın nedeni, egemen dünya düzeni ve bu düzende yaşayan insanların yaşam tarzıdır. İnsanın doğadan kopuşu, yeryüzünde ve ekosistem üzerinde belirgin kalıcı etkiler meydana getirmesi, on sekizinci yüzyılın ortalarında gerçekleşen birinci sanayi devrimi ile başlamıştır. Ancak yakın zaman öncesinde, insanoğlu doğayla olan ilişkisini sorgulamaya başlamış bulunuyor.
İklim krizi, görünen odur ki, bir gıda krizine evriliyor. Gıda krizi, dünyanın birçok bölgesinde bir var olma-yok olma sorunu yaratırken, aynı zamanda ülkeler arasında çatışmalara yol açabilecek siyasi gerginliklerin de kaynağı olacaktır.
Sürdürülemez olan yaşam tarzımız ve özellikle de tüketim kalıplarının köklü bir dönüşüme uğraması, gezegenimizde yaşamın korunması için mutlak bir zorunluluktur. Doğal çevresini koruyamazsa, insanoğlu kendi varlığını da koruyamayacaktır.
Küresel ölçekte gıda çevrimi, doğal çevremizin bütünleyici bir parçasıdır. Gıda çevrimi ve ufukta beliren gıda krizi, iklim kriziyle birlikte, geleneksel tüketim alışkanlıklarımızla ilgilidir.
Geleneksel tarım ve hayvancılık uygulamalarından kaynaklı olarak, BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), et ve süt üretimine yönelik besicilik faaliyetlerinin insan kaynaklı sera gazı salımlarının yüzde 15’ini oluşturduğunu bildiriyor. Yine FAO kaynaklarına göre, 2021 yılı itibarıyla, dünya ölçeğinde 787 milyon hektar tarım ve mera arazisi, besi hayvanları için yem üretimine tahsis edilmiş bulunuyor. Bir faraziye olarak, et tüketmekten vazgeçmemiz durumunda, sera gazı salımlarında kayda değer bir azalma sağlanabileceği gibi, açığa çıkacak tarım alanlarında giderek artan insan nüfusu için gıda bitkileri de üretilebilir.
Bu, hayatın gerçekleri içerisinde, dünya nüfusunun bütünüyle vejetaryen olması pek mümkün görünmüyor. Buna karşılık, gıda tüketiminde israf önlenebilir. Her yıl, küresel ölçekte, Afrika nüfusunu beslemeye yetecek kadar besin maddesi israf ediliyor. Bunun pekâlâ önünü alabiliriz. Gıda ürünlerinde hasat ve depolamada ortaya çıkan firelere, nakliye esnasında ve raflarda meydana gelen fire oranları da ilave edildiğinde ciddi kayıpların söz konusu olduğuna da bu arada işaret etmek gerekiyor.
İklim değişikliği koşullarında giderek kıt bir kaynak haline gelen suyun tasarrufu da önde gelen bir zorunluluk haline gelmiştir. Kentsel ve kırsal alanlarda yağmur suyu hasadı yoluyla, giderek düzensiz hale gelen yağış rejiminin yol açacağı su kıtlığının önü alınabilir
Diğer taraftan, referans aldığımız FAO kaynakları, her yıl 10 milyon hektardan fazla orman alanının yok edildiğine işaret ediyor. 1992 ile 2021 yılları arasında, 4,5 milyon km2 orman alanı yok olmuştur. Yeni tarım arazilerinin kazanılması ve madencilik faaliyetleri, dünyamızın yeşil örtüsünün tahribatında esas etmenler olarak dikkat çekiyor.
Tarım ve besicilik faaliyetlerinin mutlak surette bir planlamaya tabi olması gerektiğinin altını çizerken, bireysel ve kolektif düzeyde tüketim alışkanlıklarımızın kökten değişmesinin de zorunlu olduğunu belirterek yazımızı noktalıyoruz.