Sektördeki sorunlar; çevresel, teknik ve yönetsel konularla iç içe olan yapısal nitelikteki sorunlar olarak kategorize edilebilir. En kapsayıcı ve küresel ölçekteki başlıca sorun, iklim değişikliği olgusuna bağlı olarak sıcaklık ve yağış rejimlerinin düzensiz hale gelmiş olmasıdır. Bu ise başlı başına bir konu olup, burada sadece anmakla geçiyoruz. Tarım ve hayvancılık alanındaki sorunları sayıp dökmek ve bunları gidermek üzere önerilecek çözümler, bu yazıya ayrılan köşeye sığmaz. Yerimiz yettiğince, özel olarak, süt ve et üretimindeki sorunlara değineceğiz.
TÜİK kaynaklı veriler, 2020 yılında, toplam yaklaşık olarak 18 milyon büyükbaş hayvan varlığı olduğunu gösteriyor. 2024 yılına gelindiğinde ise bu sayının 15,6 milyona gerilediği görülüyor. Doğallıkla, anılan dönem boyunca et ve süt üretiminde de önemli oranda bir azalma meydana gelmiş bulunuyor.
Toplamda 5,5 milyon insanımızın iştigal ettiği tarım ve hayvancılık sektöründeki işletmelerin sayıca yüzde 70 küsur oranındaki bir bölümünü küçük işletmeler (5-10 baş), yüzde 25'den büyük bir dilimi, büyük aile işletmeleri (150 başa kadar) ile orta boy ticari işletmeler (150-500 baş süt hayvancılığını) oluştururken, kalan yüzde 5 oranındaki işletmelerin entansif işletme sınıfına girdiği görülüyor. Yukarıdaki kıyaslamanın ortaya koyduğu gerçek, küçük işletmelerde ciddi teknik ve buna bağlı verimlilik sorunu olduğudur.
Bu bağlamdaki sorunun bir boyutu da et ve süt ürünlerinin kalitesine ilişkindir. Üretim verimliliği konusunda bir sorun daha bulunuyor. Şöyle ki: Küçük aile işletmeleri ile büyük entansif işletmeler (asgari 500 ve üzeri sayıda büyükbaş) kıyaslandığında çarpıcı bir karşıtlık dikkat çekiyor. Süt sığırlarının büyük işletmelerdeki süt verimliliği, hayvan başına günde ortalama 37 ila 38 litre olabilirken, küçük aile işetmelerinde, aynı cins sığırdan günde ancak 13-14 litre süt sağılmaktadır.
Söz verimlilikten açılmışken, AB ve ABD’de 1,5 olan yem-süt paritesinin (bir litre süt üretimi için gerekli yem miktarı) ülkemizde 0,9 olabildiği dikkat çekiyor. Özetle, kazançlı süt üretimi imkânı bulunmuyor. Bu noktada çarpıcı gerçek, yurt dışında, olumsuz bir oran doğduğunda, devletin üreticiye maddi destek sağlıyor olmasıdır.
Diğer ülkelerde döl verimi oranı yüzde 75 olurken, ülkemizde bu oranın yüzde 50-55 düzeyinde kaldığı gözleniyor. Bir diğer verimlilik göstergesi olarak, buzağı yaşatma oranının çok düşük olduğu da görülüyor. Yeni doğan buzağıların yüzde 25’ini, ne yazık ki, yitiriyoruz.
Fiyatları düşürmek amacıyla, karkas et veya canlı hayvan ithalatının teşvik edilmesi ise sektördeki sorunları üretici aleyhine daha da ağırlaştırırken, Türkiye’nin içinde bulunduğu döviz darboğazını da derinleştirmektedir. Döviz rezervlerini artırmak ve ülkemize doğrudan yatırım yoluyla döviz çekme çabaları, söz konusu ithalat nedeniyle sekteye uğruyor.
Diğer taraftan, sektör, yem hammaddesi (örneğin soya), gübre, enerji ve akaryakıt maliyetlerinin hem döviz bazında yurt dışındaki artışı, hem de TL’nin dolar karşısında her geçen gün değer kaybetmesi yüzünden, ciddi maliyet sorunlarıyla yüz yüze bulunuyor. Üretim maliyetleri içinde ithal ürün ve hammadde oranı yaklaşık yüzde 80 seviyesindedir ki, bu durum çetin bir sorun oluşturuyor.
Küçük ve orta ölçekli işletmelerde gerekli işgücü aile bireylerince karşılanırken, büyük entansif işletmelerde nitelikli işgücü temini ve özellikle gerekli sağlık personeli istihdamında ciddi maliyet yükü ortaya çıkmaktadır. Çevresindeki muhtelif bitki ve hayvan türlerince işletmeye taşınabilecek hastalıkların da büyük işletmeler için bir sorun olduğunu bu arada belirtmiş olalım.
Yukarıdaki satırlarda hemen hiçbir ayrıntıya girmeden sadece, sorun baş gösteren alanlardaki konu başlıklarına değinmiş olduk.