“Tayin etmek” sözcüğü dilimizde, atamak, kararlaştırmak, belirlemek anlamında kullanılıyor. Arap dili kökenlidir.
Günümüzde, günlük hayatta, yönetim alanında, genellikle Devlet memurlarının ya da özel sektör çalışanlarının bir göreve getirilmesi, yer, görev, ünvan değiştirmesi “tayin etmek”, “tayin edilmek” olarak adlandırılıyor.
“Tayin” bir işte ya da makamda daha üst seviyede olan kişi ya da kişiler ya da patron/işveren tarafından yapılıyor.
Bir kişinin bir göreve gelmesinin kararlaştırılması/atanması, bunu yerine getirenin üstünlük işlevi olarak beliriyor.
Böyle “tayinlerde”, “tayin edilecek kişilerde” nitelik, kişilik, ahlak, eğitim, liyakat, üstte bulunan, tayin eden meciye sadakat gibi olgular değerlendiriliyor.
“Tayin edenler”; ya böyle değerlendirmelerle daha önce “tayin edilmiş” kişiler oluyor, ya da veraset yoluyla böyle bir yetki atadan, babadan varislere geçiyor.
Bu durum, insanlık tarihinde sınıflı toplumların ortaya çıkması, devletin bir örgüt olarak toplum yapısına egemen olduğu zamanlardan beri böyle sürüp geliyor.
“Tayin etmek” toplum hayatında böyle can alıcı bir işleve sahip olmakla beraber “tayin etme”, “tayinle görevden alma” yetkisi olanlara da güçlü bir bireysel ve ruhsal tatmin sağlıyor.
“Bir kişinin, bir kentin, bir ülkenin kaderi hakkında belirleyici olmak!”
Ne büyük ve önemli güç!
“Karar verici”, “belirleyici”, “tayin edici” olmanın dayanılmaz çekiciliği böyle yetkilere sahip olmak için bir bireyin verdiği çabaların en önemli isteklendirmelerinden biri olmalı.
Tabii karşılanabilecek maddi beklentilerle birlikte!
***
“Tayin etmek”, sosyo ekonomik hayatta çok önemli bir eylem olmasıyla birlikte “siyasal alanda” da yürürlüktedir.
Yüzyıllarca Dünya “tek kişiler”; köle sahipleri, krallar, padişahlar, derebeyleri ve onların tayin ettikleri, işlerini gören, elleri ayakları olan kişiler tarafından yönetildi.
Halkın emeğine onların aracılığıyla el konuldu, karşı çıkanların başları ezildi.
İnsanlık çok uzun ve zorlu mücadeleler sonucunda; ülke yönetiminde “tayin edenlerin, edilenlerin” değil, kendi seçtiklerinin de yer almasını sağladı.
Buna “seçimli yönetim, seçimli demokrasi” dedi.
Öyle ya da böyle, birçok eksik ve yanlışıyla, zaman zaman kesintiye uğrasa, bu yöntem kullanılarak baskıcı yönetimler oluşsa da “seçimli demokrasi” ile yöneticileri belirleme uygulaması günümüze kadar ulaştı. Sürüyor.
***
“Seçimli Demokrasi”, “Genel” ve “Yerel” Seçimler aracılığıyla halkın oyunun sorulması günümüzde birçok ülkede olduğu gibi bizim yurdumuzda da kendine özgü özelliklerle uygulanıyor.
Ülkeler kendinin; halkın ya da siyasal iktidarların istemine göre “seçim” yöntemleri belirliyor, denemeler yapıyor.
Bu bağlamda Genel ve Yerel seçim süreci ülkemizde de yıllardır yön arıyor.
“Halk İktidarı” demek olan “Demokrasi nasıl gerçekten gerçekleşir ya da gerçekleşmez”, bu tartışılıyor!
Bu yönde kurallar değişiyor, değişmiyor.
Bu süreçte iktidara sahip olanlar, kişiler ya da sosyal sınıflar, iktidarlarını meşrulaştırmak için halkın oyunu kullanıyorlar ancak bu oylamanın sonucunu, kendilerini iktidarda tutmak için icad ettikleri en uygun yöntemle yapmaya çalışıyorlar.
***
Ülkemizde Osmanlının 1908 Genel seçimleriyle başlayan “seçimli demokrasi” uygulaması izlerini, birikintilerini hala sürdürüyor.
Osmanlı, yarı monarşik Meşrutiyet sistemine girmek istediği ve hemen vaz geçtiği 1876 denemesinden sonra, kargaşalı günlerin ardından 1908’de II.Meşrutiyetle çok partiyle seçimli yönetim düzenine girdi.
İlan edilen “Kanun-i Esasi”, “Anayasa” ile Padişahın, “Tek kişi”nin yetkileri sınırlandı.
Yasama yetkisi, “Meclis-i Mebusan” (Milletvekili Meclisi) ve “Meclis-i Ayan” (İleri gelen kişiler Meclisi) olarak adlandırılan meclislere verildi.
İkisinin bir araya gelmesinden “Meclis-i Umum-i” (Genel/Büyük Meclis) oluşturuldu.
“Meclis-i Mebusan” için Sancaklarda (İllerde), şimdiki gibi nüfusları oranında Mebus (Milletvekili) seçiliyordu.
Bu milletvekillerini, Sancak(İl) merkezinden ve bağlı Kazalardan (İlçelerden), seçme hakkına sahip bireylerin nüfusa göre seçtiği, bugünkü “Delege” işlevi gören “Müntehib-i sani”, “İkinci seçmenler” belirliyordu.
Yani, tercihi gözetilir ya da gözetilmez, bugünün gözbebeği “delege sistemi” daha 1908 seçimlerinde vardı.
“Meclis-i Ayan” (İleri gelen kişiler Meclisi) ise “Meclis-i Mebusan” üyelerinin üçte biri sayısında Padişah tarafından “tayin ediliyordu/atanıyordu”.
“Tayin etmek” Padişahların en önemli güçlerinden biriydi.
***
Günümüzde de yüzlerce yıllık bir “vesayet” kavramı olan “tayin” uygulamasından vaz geçemiyor, en tepedeki yöneticiler!
Devlette ve özel yaşamda liyakata dayanmasına özen gösterilmesi beklenen “iş bölümü”nü sağlayacak “tayin” mekanizması, “seçimli demokrasi” alanında uygulanmaya çalışıldığında farklı durumlar ortaya çıkıyor.
Bir şekilde en üst karar verme noktasına erişmiş kişi ya gruplar birçok alanda olduğu gibi görevli belirlemede de etkin, “tayin edici” oluyorlar.
Biri, birileri emir verecek herkes uyacak, uygulayacak!
“İtaat, biat” gibi kavramlara gün doğacak!
En tepedekilere ne kadar yakın, onlarla uyumlu olunursa “iktidarın” olanaklarından o kadar çok yararlanılacak!
***
Yıllar geçti, çeşitli aksamlarla birilikte, “seçimli sistem”, ülkede böyle bir “demokrasi kültürü” oluşturdu.
Uygulama az çok değişiklikle sürdü.
Genel ve Yerel yönetici adayları, siyasi partiler kanalıyla; “ya delegelerle belirlenen adaylar” ya da “bir siyasi partinin başındaki tek kişi” ya da “onunla birlikteki bir oligarşik grup” tarafından tayin edilerek/atanarak halkın onayına sunuluyor.
Halk tarafından pek muteber karşılanmasa da, partilere bağlı kalmayan bağımsız adaylık da var.
Toplum arada sırada homurdansa da bu duruma pek ses çıkarmıyor.
Belki de, yıllarca Padişahlar, “Tek kişiler” tarafından yönetilen, sesini ancak zaman zaman yaptığı yerel baş kaldırmalarla çıkarabilen halk; “delege” de “sıradan seçmen” de olsa oyunun, onayının sorulmasına razı oluyor.
****
Genel olarak bakıldığında ülkemizde eski yıllardan bu yana bu yönde pek fazla birşeyin değişmediği görülüyor.
Günümüzde, Muhafazakar partiler, o ya da bu yöntemle yönetici adaylarını “tayin/atama” ile belirliyor.
“İtaat”ın genel geçer olduğu bu ortamda seçmen açısından fazla sorun çıkmıyor.
“Tek kişi” ya da ona yardımcı olan “dar, oligarşik bir grup” ülkeyi ya da kentleri yönecek kişileri tayin ediyor/atıyor.
Bu yöntemle belirlenen kişiler Genel ve Yerel Seçimlerde halkın onayına sunulduğunda bu oluşla “demokrasinin” gerçekleştiği kabul ediliyor.
***
“İlerici”, “modernist” sayılan siyasi partilerde de durum pek fark etmiyor.
Genel olarak bir kaç kez uygulanan “ön seçim”, sonuçları muhtemelen en üstteki parti yöneticilerinin hoşuna gitmemiş, kendilerince uygun sonuç vermemiş olacak ki, “önseçim yapmak”, “seçimi, değerlendirmeyi üyelerine, halka bırakmak” değişik gerekçelerle yapılmıyor ya da sınırlı sayıda, bazı yerlerde yapılıyor.
Oysa ülkenin seçim yasasında mecburiyet olmamasıyla beraber,“önseçimin” nasıl yapılacağına dair kurallar var.
“İlerici, modernist” partiler, yapılmak istenirse “önseçimin” doğrudan parti üyeleriyle mi, yoksa “delegelerle” mi yapılacağı konusunda bir türlü karar veremiyor.
“Üye yapısının sağlıklı olmadığı”, “üye yığılması görülebileceği”, “manipülasyon” olabileceği ileri sürülerek böyle oylamalardan gerçekçi sonuç alınamayacağı iddia ediliyor.
Belki de parti tabanının, belli ölçüde halkın tercihini arkasına alan bir adayın, seçildiğinde “merkez”in her kararını sorgulayacağı öngörülüyor.
Bundan çekiniliyor!
“İktidarı” elinde bulunduran bırakmak istemiyor!
Olumlu taraftan bakıldığında; buna karşılık “merkez yoklaması” adı verilen merkezden yapılacak tayinle; kamuoyu araştırmaları, mülakat gibi yöntemler yardımıyla parti ve ülke çıkarlarına daha uygun adayların belirlenebileceği düşünülüyor.
Tabii ki bu durumda “merkezde bulunan tek kişi”nin ve “dar grubun” kararları belirleyici oluyor.
Bu belirlemede seçilme ölçütünün ne olduğu, değerlendirmenin neye göre, kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor, açıklanmıyor.
***
Son zamanlarda da görüldüğü gibi bir parti kanalından seçime katılmak için “aday adayı” olanlar bu sistemi görüyor, biliyor ve bu koşullara göre “adaylık” için partiye başvuruyor.
Birçok aday adayının baş vurduğu ortamda sonucu/tayini, hakkında verilecek kararı baştan kabul ediyor.
Tabii bu “aday adayları” arasında daha önce görev yapmış Milletvekilleri ve mevcut Belediye Başkanları da var.
“Hal böyle iken karar tecelli ediyor!”:
En tepedeki “Tek kişi” ya/ya da adına ister “Üst Yönetim”deyin ister “Parti Meclisi”, “sınırlı sayıdaki karar vericiden oluşan bir grup” edindikleri verilerle ve açıklanmayan ölçütler, çoğu öznel değerlendirmelerle, nasıl olduğu ve sonucu bildirilmeyen dar oylamalarla adayları belirliyor.
Hatta bu belirlemelerde iç “siyasal, mezhepsel, kökensel, hatta, ne yazık ki çıkarsal” yakınlığın söz konusu olduğu iddia edilebiliyor.
Bu adaylar böylece halkın beğenisine sunuluyor.
Parti, bu adayların halkı temsil edeceğini ilan ediyor.
Belki partililerin çoğu da halk da bu adayları tanımıyor, bilmiyor!
Bu uygulamalara alıştırılan seçmenin tepeden yapılan tayinlere, atamalara uyacağı var sayılıyor.
Böyle de oluyor!
Öyle böyle çalkantılar, yer yer tepkiler olsa, aşırı tepki sonucu adaylar değiştirilse de parti tabanı görünürde “merkez”in verdiği karara uyuyor.
Bu tepkilerin pek azı seçim sonuçlarını etkiliyor.
***
Peki, “aday adayı” olduğu halde “adaylığa” tayin edilmeyenler ne yapıyor?
Ki böyle birçok kişinin arasında eski Milletvekilleri, Belediye Başkanları da var.
Onlar gerekçesini bilmeden dışarda kalıyor!
Daha önceki seçimlerde “tayin” edilerek aday yapılıp,seçilip görev yapanlar; kendileri yeniden “tayin” edildiklerinde mutlu olacak mevcut Milletvekilleri, Başkanlar tayin edilmeyince kızgınlığını dile getiriyor.
Kimileri çevreleriyle birlikte yüksek sesle itiraz ediyor.
Bu homurdanma bir makam için birçok adayın olduğu bir yerde “tayin” edilmeyenler arasında da görülüyor.
Yeni “tayin” edilenler kabullenilmekte zorlanılıyor.
Yapılan itiraz “tayin sisteminin” kendisine değil, bireysel beklentinin karşılanmamasından, yeniden aday gösterilmemekten kaynaklanıyor.
Bu arada, itiraz edenler daha önce kendilerinin de “tayin” edildiklerini anmıyor!
Hatta onlar arasında parti değiştirmeye kalkanlar da var.
“Aday adaylarının” her türlü olumlu niteliği bir yana bırakıldığında, halkın deyişiyle “tayinle gelen, tayinle gidiyor.”
“Demokrasi, halk iktidarı”yla hiç bağdaşmayan tutumlar ortaya çıkabiliyor.
****
Oysa bütün bu sorunların hakın çıkarları doğrultusunda çözümü yine “demokrasi”dir.
En azından, yüzyıldan bu yana ülkemiz kültürüne giren “temsili demokrasi kültürü” açık, şeffaf, hakkaniyetli uygulamalarla gerçekleştirilebilir.
Mademki “temsili demokrasi”, seçilecek adayın siyasi partilerin yön göstermesiyle gerçekleşiyor, partiler bu konuda şekilsel değil gerçekten “demokrat” olmalıdır.
Bunun ön koşulu değişik çeşitlemeleriyle “önseçim”dir.
Aday belirlemenin partileri yöneten “Tek kişi” ve “dar oligarşik grupların” yetkisinden çıkarılmasındadır.
***
Çağımız artık bırakın “temsili demokrasi”yi, “katılımcı demokrasi”nin, birlikte karar alma, uygulayıcıları anında halk tarafından denetleme yöntemlerinin arayışında olan, bu yönde tartışmaların yapıldığı bir zamandır.
Aksi tutum her alanda eleştiriye tabidir!
Hatta, referandum gibi yöntemleri aşan, teknolojinin gelişmesiyle halkın doğrudan karar verebileceği “doğrudan demokrasi” uygulamalarının toplum yaşamında kapıyı çaldığı bir noktaya gidilmektedir.
Yazının başında sorulduğu gibi: Tayinle gelen, tayinle mi gider?”
“Halkın temsilcisi olacak kişi tayinle gelmesin, tayinle de gitmesin!”
Bırakın halk konuşsun!
Halk karar versin!